Artık ‘biliyorum’ dan ‘yapıyorum’ a geçme vakti.

Atalarımız ‘Az laf, çok iş’ diye boşuna dememişler. Tabi işkolikler için bu cümle yanında tuzla birlikte alınmalı ki, obsesif çalışma haline dönüşmesin. Her şey kararında. Tıpkı Doğa Ana gibi, acelesiz, ayarında, ahenk içinde, kendi dinamiğine ayak uydurarak, kendi kendini yaratarak… Tazeleyerek, işe yaramayanları bırakıp, temizlenerek, hafifleyerek.

İnsanın yaşamını veya kaderini bilerek yaratması, isteyerek ifade etmesi, bilinçsizce yaratmasına karşın ne muazzam bir fark yaratır. Bilinçsizce yaratırken talihsiz kader olarak tanımladığımız belirli tecrübelerden geçeriz.

Yaşadığımız kötü tecrübeleri kim olduğumuzla, hissettiklerimizle, dileklerimizle, şu an inandıklarımızla ilişkilendiremeyiz. Düşünce ve duygularımızla seçtiğimiz bu tecrübe değildir. Ancak, kendine-ermiş kişiler yaşamlarını nasıl yaratacaklarını tam olarak bilirler.

İnsanoğlu, kendine-erme sürecindeki son idrak kapısına, yaşamındaki mutsuzluk ve olumsuzluk yaratan bilinçaltı bloklarını anladığında ulaşılır.

İnsanın başına gelen olumsuzlukların ‘kötü kader’ değil de kendi ektikleri tohumlar olduğunu anladığı an, muazzam bir andır. Bu anlayıştan ‘kötü kader’i yaşamında misafir eden gizli davranış şekillerinin keşfi başlar.
Neden-sonuç ilişkisi çözüldüğünde, kişinin kaderi artık ‘kötü bir güç’ tarafından yönetilen bir durum olmaktan çıkar.

Bu andan itibaren kişi, ‘çaresiz’ halinden çıkar.

Esasen, insanoğlu hiç bir zaman, kendisi dışındaki hiç bir güce karşı çaresiz olmamıştır. Çaresizlik, kendi iç süreçlerine karşıdır, taa ki bu süreci idrak edip, değiştirinceye kadar. Maneviyata giden yol, budur…

Negatif tecrübelerin içimizdeki köklerine indiğimizde ancak, o tecrübeyi dönüştürmeye yetimiz olur.
Eğer bilerek ‘olumlu kader’ yaratmak istiyorsak, evrendeki yaratıcı gücün nasıl işlediğini anlamak ve nasıl kişisel olarak kullanacağımızı bilmek gerekir.

Evrendeki bu yaratıcı gücün iki belirgin yönü vardır.
İlki; aktivasyon.
Diğeri ise; olmakta olana izin vermek, aradan çekilmek.

Bu iki prensip evrenin tüm katmanlarında ve yaşamımızın her anında aktiftir, vardır. Olan her şey, istenen ya da istenmeyen, önemli ya da önemsiz, küçük ya da büyük, sıradan ya da doğaüstü, bu iki prensip tarafından yönetilir. Evrenin yaratılış kanunudur.

Eğer yaratmak istediğimiz yapıcı, meyvesi bol, neşeli ve zevkli olacaksa bu iki prensip birbiri ile uyumlu bir şekilde iletişmelidir. İkisi birbirini ahenkli bir şekilde tamamlamalıdır.

Eğer yaratılan şey, yıkıcı, acı dolu, gereksiz ya da mutsuz eden bir şey ise, bu iki prensip yine iş başındadır, ancak bu sefer bozulmuş, uyumsuz ve anlaşılmamış bir halde. Birbirlerini tamamlamak yerine, birbirinin yolunu keserler. Birlik yaratmak yerine, ikilik yaratıp, iki karşıt uç oluştururlar.

Bu birbirine zıt gözüken ikilik uyumlu bir şekilde biraraya geldiğinde, aynı hedefe doğru çalışmaya başlar, birbirini tamamlarlar.

Aktivasyon, ve olayları akışına bırakmak, yaratılmış olan her şeyin temel prensibi, evrensel kanundur.
Yerçekimi gibi mekanik bir kanundan bahsetmiyoruz. Bilinç yoluyla varolan, tüm kanunlar, ister kollektif ister fiziksel olsun hepsi bu iki temel prensibin biraraya gelmesiyle yaratılmıştır.

Belirli kanunlara sahip, direkt yaratım her zaman bilincin bir ifadesidir ve yaratımdaki her şey yalnızca bilincin bir sonucu olarak açığa çıkar. Bu bilinç, bir bireye ait ya da her şeyin içinde nüfus etmiş olan yüce evresel Varlık’a ait yani Yaradan’a ait olabilir, fark etmez. Prensip aynıdır.

Bilinçli davranış şekli, aktivasyonu mu yoksa kendi haline bırakmayı mı ifade edecek karar verir. Aktive etmek demek, bilinçli varlığın olayları harekete geçirmeye başlaması, ileriye devam etmesi, karar vermesi ve amacına doğru davranışlar sergilerken tüm olası engelleri kaldırması demektir.

Efor ve azim, kreatif güçleri harekete geçirmek için elzemdir. Buna aktif davranış diyoruz. Ve adına yaratımın maskülen prensibi diyebiliriz.

‘Kendi haline bırakma’ tavrı ise daha alıcı ve bekleyen bir haldir. Aslında bu da bir harekettir, çünkü yaşamalı ve hareket etmelidir. Ancak bu tür bir hareket aktive eden prensipten çok daha farklıdır. Aktive eden prensip, dışarıya doğru, farklı bir hale doğru hareket eder. Kendi haline bırakma ruhu ise kendi içinde, içsel bir harekettir; iradedışı bir harekettir, tıpkı nabız atışı gibi. Aktive eden hareket planlı ve kararlı bir harekettir.
Evrenin yaratım prensiplerini anlatırken kelimeler kifayetsiz kalıyor elbet, bu nedenle iç hissiyat ve hayal gücünü harekete geçirip dinlemek, aktarılmak islenileni en iyi şekilde almamızı sağlar.

Akışa bırakma tavrı, sabırlı, bekleme konusunda güven hisseden, meyvenin olgunlaşma sürecine izin veren, hareket içinde gizli güce teslim olan bir tavırdır. Bu tavra yaratımın feminen prensibi diyoruz.

Maskülen ve feminen prensiplerin tüm çaba ve yaratımsal davranışın içinde varolduğunu söylemiştik. Kararlı, bilinçli davranış, cesareti getirir ve kişinin ilahi doğasına vakıf olduğunu gösterir.

Yaratıcı güçlerle akışta olmak, onlara teslim olmak, yaşama ve varlık haline derin bir güven duymak, kişinin içinde güvendiği güçleri aktive etmesi halinden daha fazla hareket gerektirmez.

Evrendeki her şey, en ufak boyutuna kadar, mükemmel bir şekide, yaşam ve bilincin bu iki prensibinin birlikteliği ile işler. Hiçbir şey bu iki prensip dışında yaratılamaz. İki birey arasındaki hiç bir birliktelik, bu prensiplerin olması gerektiği gibi işlemediği sürece tatmin edici olmaz. Yaşamdan tatmin olup mutlu olmamız için bu iki davranışın sağlıklı bir yerde, varoluşa ve kendimize olan güvenin yerli yerinde olması ile mümkün.

© 2015 Gizemli Dişilik | Dişil Farkındalık Öğretileri.
Yukarı
Takip Edin: